Blog ne / nedir | 2511

Bu deftere herhâlde hastanede düşündüklerimi, hissettiklerimi gördüklerimi yazacaktım. 4 Ocak’ta St. Teresa’dan çıktım, 17 Ocak’ta ışın tedavisi başladı. Geçen hafta sonunda nezle, sonra öksürük... Yine de soğuk kış günlerini ayakta geçirmeye çalışıyorum. Hafta sonları dışında her gün Surrey’e tedavi için gidiyorum. Bu arada çok mektup geldi İstanbul’dan: Berber İlhami’ye, Engin Ardıç’a kadar herkes yazdı. Birçokları benim iyileştiğimi, “Eylembilim (Oğuz Atay’ın romanı)”e filan devam ettiğimi düşünüyor (Ben de bunları istiyorum doğrusu). Herhâlde hayat-ölüm-trajedi gibi karmaşık ilişkileri olan şeyler bekleniyor. Oysa çoğu anlarda her şey -acıklı da olsa- çok sade ve basit geçiyor. Mesela ameliyat günü -24 Aralık- sabah önce zenci bir berber geldi, bütün saçlarımı tıraş etti; bir de takke giydirdi. Sonra genç bir hemşire -güzeldi- bir iğne yaptı. Soyundum bu arada. Bir garip gömlek gibi bir şey giydim. Ameliyathanenin kapısında, “Şimdi bir iğne daha yapacağız, hemen uyuyacaksın.” dediler. Pek inanmadım ama yine de düşündüm: Şimdi, dedim; uyusam ve ameliyatta ölsem hiçbir şey duymayacağım. Hepsi bu kadar... Çok kötü hissetmedim.

Ve nasıl uyuduğumu, yani bayıldığımı bile hatırlamıyorum. Kendime gelince “Intensive Care Unit” denilen bir odadaydım. O sırada Sevin, Maurice, Papi ve başhemşire geldiler. Onlarla konuştum. Sonra on beş dakikada bir tansiyon, nabız, ateş kontrolü, sürekli serum... Sonunda hemşireye söylendim: Biraz uyumak istiyorum. 25 Aralık sabahı tekrar koğuşa döndüm (22 Aralık’ta yatmıştım hastaneye). Boynundan ameliyat olanın dışında, koğuştakiler genelde ağır hastaydı. Sargılarım pazar günü çıkarıldı (26 Ocak) ve dikişler alındı.

(Oğuz Atay, Günlük)


24 Ocak 1916

Dün akşam gün batımı, hiç görmediğim bir güzellikteydi. Pembe, turuncu bir buğu vardı gökte. Hele mavnaların (yük taşıyan, güvertesiz büyük tekne) geçtiği Seine üzerinde gök öyle bir göründü ki Grenelle Köprüsü’nde ürperdim. Tramvayda baktım kimse ama hiç kimse görmüyor bu güzelliği. Farkında olan, kendinden geçen, tedirgin olan bir yüz yok... Ama, diye düşündüm, güzelliği bulmak için yolculuğa kalkar, uzaklara giderler. Güzelliği bile satın almaya almışlar, parasız oldu mu görmüyorlar.

(Andre Gide, Günlük; çev. N. Alsan)


22 Haziran 1957

Kaç gündür İstanbul’dayım. Ne güç bu şehirde yaşamak. Bir işin mi var? Uzun uzun gideceksin. İstanbullular günlerinin yarısını yolda geçiriyorlar. Ben adada oturduğum için “Bana mı öyle geliyor?” diye düşündüm. Değil, burada pek az kimse işine yakın bir yerde oturabilir. Bütün gün bir taşıt arkasından koşacak: tramvay, otobüs, dolmuş... İnsanlar, bir yerde duruyorlar, geçen dolmuşlara “Taksim?”, “Aksaray?” diye soruyorlar; oralara gitmediğini öğrenince yine bekliyorlar. Çeyrek saat, yarım saat, daha da çok bekliyorlar. Çekilir mi bu? Biliyorum, İstanbul’a yerleşsem çabucak ben de alışırım buna. Alışırım ya, istemem buna alışmayı. Şunun şurasında nedir yaşadığımız? O kısa günlerin yarısını da taşıt beklemekle geçirmek olur mu?

(Nurullah Ataç, Günce)


22 Ekim 1966

Tatsız bir sonbahar akşamı. Bugün sesini duyamayacağım. Bugün, yarın, öbür gün ve bir hayvan gibi yaşayacağım, hasta bir hayvan gibi. Kuşlar cıvıldayacak pencerenin önünde, ben küfredeceğim. Kuşlara, güneşe, bahara. Karanlıklardayım, hayat kör bir kuyuya benziyor, sonu olmayan kör bir kuyuya. Yuvarlanıyorum. Sen, tutunduğum dal. Sen, dinlendiğim vaha. Sen, kaybettiğim ışık. Ve bu akşam sesini duymayacağım, bu akşam yine bitip tükenmeyen karanlıklardayım. Zift gibi, beddua gibi, ümitsizlik gibi...

(Cemil Meriç, Jurnal)

Menu