Blog ne / nedir | 32767

Gençlikte pek çokmuş gibi görünen vakit, yaş ilerledikçe azalacaktır. Yetmiş beş yaşına varan bir âlim, “Ah, mümkün olsa da köşe başlarında şapkamı gelene geçene uzatsam da boş geçirdikleri vakitleri içine atmaları için yalvarsam!” derken kendisi için ayrılmış zamanın bitmekte olduğunu ne güzel anlatmıştır. Bir insanın içinde yaşadığı cemiyete ve bu arada kendisine biraz faydalı olabilmesi ancak gençliğinin kıymetini bilmesine, o çağlarda zamanını iyi kullanmasına, dağarcığını iyice doldurmasına bağlıdır. “Gençlik bilse, ihtiyarlık yapabilse!” derler. İhtiyarlığın kudretli olması, gençliğin birçok şeyi bilmesine dayanır. En güçlü ihtiyarlar, gençliklerini boş geçirmemiş olanlardır. Eğer insanlık eğiliyorsa onların önünde eğiliyor.


Söz Olsun

Dergiler, edebiyat dergileri günden güne çoğalıyor. Kimi İstanbul’da çıkıyor kimi Ankara’da. Başka şehirlerimizden gelenler de oluyor: Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Seçilmiş Hikâyeler, Hisar, Kaynak, Ufuklar, Kervan, Yeryüzü, Yeni... Hangi birini sayayım? Ya büsbütün ya birkaç ay için kapananlar oluyor. Bir derginin kapanması elbette sevinilecek bir şey değildir ama üzerinde öyle uzun uzun durulmaya değer bir olay da sayılmaz.

Bir derginin sayfalarını artırıp büyümesi, şeklini güzelleştirmesi, aylıkken on beş günlük olması ise manalı bir olaydır. Onun üzerinde durmaya değer. Ne gösterir bu? Bir kere o dergilerin güçlükle de olsa yaşayabildiklerini gösterir. Alan var ki birkaç yıldan beri çıkıyor. Demek kazanmasa da çok kaybetmiyor, belki masrafını kurtarıyor. Sevinerek söyleyebiliriz: Var şimdi bizde dergi okurları. Çoğu genç. Daha iyi! Yarın için bir muştudur.

Dergi okurları var, onların yanında dergi yazarları da var. Birtakım kimseler, “Edebiyatçı kalmadı! Edebiyatçı yetişmiyor!” diye dövünüyorlar ya, aldırmayın siz onların dediklerine. Görmüyorlar, görseler de gördüklerini gizliyorlar. Hem, bilirsiniz, çağımızda yetişenleri beğenmemek, geçmişi özlemle anmak insana daha bir kibarlık verir. Ucuz bir kibarlık.

(Nurullah Ataç, Söyleşiler)


İki Sır

Okuduğum gazetede “Sır” diye bir başlık gözüme ilişti. Beş altı satırın üstünde parıldayan bu “sır” kelimesi, insanı düşündürebilir. Çünkü bilirsiniz, insanlar, birçok şey arasında “sır”ların ne olduğunu öğrenmeye de pek meraklıdırlar. Bütün gayretlerimizi başkalarının gizli taraflarını meydana çıkarmak uğrunda harcadığımızı boşuna saklamayalım. Biz insanlar öyleyiz işte. Nerede “sır” varsa onun üzerine düşmeye kalkarız ve sırları çözdüğümüzü sandığımız zaman da duyduğumuz keyfin hududu yoktur. Herhâlde onun için olacak, ben de gazetede sır kelimesini görünce öbür yazıları bırakıp hemen onun altındaki satırları okumaya giriştim.

(Şevket Rado)


Dağınık Sözler

Yazarlarımızın çoğu Türkçeyi bilmiyor. Başka dilleri öğrenmeye özeniyorlar, bir parça söktüler mi kurumlarından geçilmiyor. Yabancı diller ufuklarını genişletecek, önlerine Avrupa’nın, bütün dünyanın medeniyetini, ekinini, pardon! Kültürünü serecek. Kültür, kültür, ah! Kültür... O hazineden avuç avuç alacaklar, saçacaklar ortaya, böylece yükselecek, ta doruklara erişecekler... Ama Türkçeyi bilmiyorlar, öğrenmiyorlar. Bildiklerinden, çok iyi bildiklerinden şüpheleri yok da onun için daha iyi öğrenmeye çalışmıyorlar sanmayın, sevmiyorlar Türkçeyi, önemsemiyorlar. Hayli zaman oluyor, yanılmıyorsam Alamanca bir dergide bir karikatür görmüştüm:

Bir genç oturmuş, “On sekizime geldim, hâlâ vatana bir kötülük edemedim!” diye hayıflanıyor. Bizim yazarlarımız onu hatırlatıyor: “Bu kadar dil öğrendim, hâlâ yazılarımda Türkçeye benzer yerler var!” Hikâye hikâyeyi açarmış, bir tane daha geldi aklıma. Yahya Kemal Bey anlatır: Bilmem kim gençliğinde Fransa’ya tahsile gitmiş, altı ay sonra da babasına Fransızca bir mektup yazıp “Ben burada hep Fransızca konuşuyorum, onun için Türkçeyi unuttum.” demiş. Babası da “Oğlum, benim sana otuz yılda öğrettiğim

Türkçeyi sen böyle altı ayda unutursan altı ayda öğrendiğin Fransızcayı kim bilir ne çabuk unutursun.”

(Nurullah Ataç, Söyleşiler)


Ümit Dünyası

İnsan hayatta birçok şey kaybedebilir. Mesela bütün ömrü boyunca biriktirdiği parasını daha fazla kazanmak ümidiyle bir işe koyar ve orada onun hepsini birden kaybeder. Bunun önemi yoktur. Kaybedilen para tekrar kazanılabilir. Dünya, kaybedilip de tekrar kazanılmış paraların hikâyeleriyle doludur. İnsanlar vardır, değil beş on kuruş, milyonlarını kaybederek bir anda sıfıra inmişler, sonra yeniden o milyonları daha fazlasıyla kazanmışlardır.

İnsan, hayatının bir devresinde mevkisini kaybedebilir. O mevki ki birçok hazırlıkların sonunda elde edilmiş, derecelerin aşılması ile kazanılmıştır. Talih ve tesadüfler aksi gider, o mevki kaybedilebilir. İnsan mühim bir adamken hiç ehemmiyet verilmeyen bir adam hâline gelebilir. Pek büyük işlerin başında değil de hiç kimsenin değer vermediği ufak işlerle meşgul olmak mecburiyetinde kalabilir. O mevkide bulunduğu sırada kendisine saygı ile selam duranlar artık görmezlikten gelebilirler. Mevki kaybetmek de mühim bir şey değildir.

İnsan eğer bir mevkiye zorla, iltimasla, kayırma yoluyla oturmamış da Iiyakatiyle oturmuşsa hiçbir şey onu tekrar yükselmekten alıkoyamaz. Düşmez kalkmaz bir Allah demişler. İnsanoğlu da şayet ruhunda yükselme istidadı taşıyorsa düşe kalka yükselecek, kaybettiği mevkiyi günün birinde tekrar elde edecektir.

Hatta insan sıhhatini de kaybedebilir. Sıhhati kaybetmek önemsiz bir şey olmamakla beraber bazen tedbirsizliklerimiz yüzünden, bazen de bütün tedbirlerimize rağmen sıhhatimizi de kaybettiğimiz oluyor. Ama onu da elde etmemiz mümkündür. Yeter ki bir şeyimizi, ümidimizi kaybetmemiş olalım. İşte dünyada, misafir olarak kaldığımız müddetçe kaybetmememiz lazım gelen, daima saklamamız, ruhumuzun bir köşesinde kendisine ufacık bile olsa daima bir yer ayırmamız gereken tek şey bu ümittir.

(Şevket Rado)

Menu